Korku ile Ümit Arasında Olmak


Rasulullah s.a.v. Efendimiz, ölüm halinde bulunan bir gencin yanına gitti. Gence: – Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç: – Allah Tealâ’nın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.: – Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allah Tealâ o kula umduğunu verir, korktuğundan emin kılar, buyurdu. (Tirmizî; İbn Mace)
Hz. Ali r.a. oğullarından birine şöyle nasihat etmiştir:
“Oğlum! Bütün hayır ve taatler senin olsa, bunların seni kurtaramayacağı korkusuyla Allah Tealâ’dan kork! Dünyadaki bütün günahlar senin olsa bile, Allah Tealâ’nın onları af ve mağfiret edeceği ümidiyle de Allah Tealâ’dan ümitli ol!”
Hz. Ömer r.a. şöyle derdi:
“Semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cennete gireceksiniz!’ demiş olsaydı, o bir kişinin kendim olmasından korkardım. Yine semadan birisi, ‘Ey insanlar, bir kişi hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz’ demiş olsaydı, cehenneme girmeyecek olan o tek kişinin ben olacağımı ümit ederdim.”
Ebu Ali Ruzbarî k.s. şöyle demiştir:
“Havf ve reca bir kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birden bulunursa hem kuşun kendisi, hem de uçuşu düzgün olur. Kanatların birisi bulunmazsa, kuş da, uçması da eksik olur. Kanatların ikisi de bulunmayan kuş ölüme terk edilmiş olur.”
Rivayet edildiğine göre Lokman a.s. oğluna şöyle demiştir:
– İmtihanından emin olmayacak bir şekilde Allah’tan kork. Fakat Allah’ın rahmetine olan ümidin korkundan daha çok olsun.
Oğlu:
– Baba, bunları nasıl yapabilirim ki? Benim tek kalbim var, deyince Hz. Lokman:
– Sen müminin iki kalp sahibi olduğunu bilmiyor musun? Birisi ile Allah’tan korkar, diğeri ile O’na ümit bağlar, dedi.
Ebu Osman Mağribî k.s. da şöyle der:
“Kendini hep ümitle meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini sürekli korku ile meşgul eden de ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem ümit hem korku ile meşgul olmalıdır.”
İbn Vefa k.s. şöyle derdi:
“Allah Tealâ’nın merhameti vardır diyerek isyana kalkışma. Kahrından korkarak da ümitsizliğe düşme.”
Ebu’l-Kasım Nasrabadî k.s., havf ve recanın kula menfaatini şöyle izah etmiştir:
“Ümit hali insanı ibadet ve taat yapmaya sevkeder. Korku hali de, insanı günah işlemekten uzaklaştırır.”
Bir kudsî hadiste Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Kulum yeryüzü dolusu günahla bana gelse, ben de yeryüzü dolusu afla onu karşılarım. Yeter ki bana hiçbir şeyi ortak koşma hali içinde gelmesin.” (Müslim; İbn Mâce; Ahmed b. Hanbel)
Bir diğer kudsî hadiste şöyle rivayet edilmiştir:
“Kul, birçok günah işlese ve günahları gök boşluğunu dolduracak dereceye varsa bile benden mağfiret dilediği ve affımı umduğu müddetçe onu affederim.” (Tirmizî; Ahmed b. Hanbel)
Bir diğer hadiste şöyle rivayet edilmiştir:
“Kul günahlarından tövbe ettiği zaman Allah meleklerine ve günahın işlendiği yerlere onun günahlarını unutturur ve günahlarını hasenata çevirir. Öyle ki kul kıyamete geldiğinde yaptığı kötülüklere şahitlik edecek hiçbir şahit kalmaz.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal)
Enes b. Malik r.a. rivayet ediyor:
Bedevî bir adam, Hz. Peygamber s.a.v.’e gelerek;
– Ey Allah’ın Rasulü, mahlukatın hesabını kim görecek, diye sordu. Allah Rasulü s.a.v.:
– Allah Tealâ görecektir, buyurdu. Bedevî:
– Bizzat kendisi mi görecek, diye tekrar sordu. Allah Rasulü s.a.v.:
– Evet, kendisi görecek, buyurdu. Bunun üzerine adam tebessüm etti. Allah Rasulü s.a.v.:
– Niye güldün, diye sorunca bedevi:
– Kerim ve cömert olan zat gücü yettiğinde affeder; hesaba çektiğinde müsamaha gösterir, dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v.:
– Bedevî doğru söyledi. Dikkat ediniz, Allah’tan daha çok kerem (cömertlik ve iyilik) sahibi yoktur. O cömertlerin en cömerdidir, buyurdu ve şunu ekledi: “Bedevi fakih oldu (meseleyi kavradı.)” (İbn Ebi’d-Dünya)
Bir diğer hadiste de şöyle buyrulmuştur:
“Eğer hiç günah işlemeseniz, Allah günah işleyen bir kavim yaratır, daha sonra kendilerini affeder.” (Tirmizî; Beyhakî)
Bizlere dinimizi yaşamada birer örnek olan Allah dostları, hiçbir zaman Allah Tealâ’nın affına güvenip salih amelleri bırakmamış, aksine ibadet için bütün güçlerini seferber edip, ardından amellerine değil Allah’ın lütfuna güvenmiştirler.
Süfyan-ı Sevrî k.s. şöyle demiştir:
“Kurtuluşu en çok umulan kişi, nefsi hesabına en çok korkanlardır. Görmüyor musunuz? Yunus a.s. toplumu aleyhinde yaptığı bedduadan dolayı Allah’ın kendisine azap etmeyeceğini düşününce, Allah Tealâ derhal onu balığın karnına atmakla cezalandırdı.”
Said b. Cübeyr r.a.’a:
– Allah ile mağrur olmak ne demektir, diye sorarlar. Cevap verir:
– Kulun isyanını sürdürüp, ardından Allah’tan mağfiret beklemesidir.
Hasan-ı Basrî k.s. der ki:
“Bazı insanlar Allah’ın mağfiretine bel bağladıklarından, iyi amellerden mahrum olarak dünyadan ayrıldılar. Hatta bunlardan birisi, ‘Yüce Rabbim hakkında güzel zan sahibiyim, bu bakımdan amelim azmış, aldırmam.’ der. Bu kişi samimi değildir. Gerçekten bu kimse Rabbi hakkında güzel zan sahibi olsaydı güzel ameller yapardı.”
Meyseretü’l-Âbid çokça mücahedesinden dolayı bir deri bir kemik kalmış, kaburgaları çıkmıştı. Kendisine:
– Allah’ın rahmeti geniştir, denildiğinde bu sözü söyleyeni azarlar ve derdi ki:
– Bu doğrudur. Eğer O’nun rahmeti olmasaydı günahlarımızdan geçtik, ibadetlerimizdeki kusurlarımız yüzünden helak olurduk.
Süleyman Teymî hazretleri vefat edeceği zaman oğluna: “Bana ilahî rahmeti ümitlendiren hadisler oku. Ki böylece Yüce Allah’a güzel zan içindeyken kavuşayım.” demiştir.
Aynı şekilde Süfyan-ı Sevrî hazretleri de ölüm döşeğinde yatarken etrafında toplanan alimler, kendisine Allah’ın rahmetini ve O’na güvenmesini anlatıyorlardı.
Ahmed b. Hanbel rh.a. de ölüm esnasında oğluna: “Bana Allah’ın rahmetine güvendiren ve Allah’a karşı güzel düşünmeyi öven hadisleri anlat.” demiştir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Ali r.a., günahlarından korkup ümitsizliğe düşen birine:
– Seni bu hale düşüren nedir, diye sordu. Adam:
– Büyük günahlarım, diye cevap verdi. Hz. Ali r.a.:
– Hay yazık sana! Allah’ın rahmeti senin günahlarından daha büyüktür, dedi. Adam:
– Benim günahlarım hiçbir şeyin temizlemeyeceği kadar büyük, dedi. Hz. Ali r.a.:
– Hayır! Asıl senin Allah’ın rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahlarından daha büyük, dedi.

TASAVVUF, İNSAN VE İHSAN


Allah’a hamd, Resûlüne salât ü selâm ile sözlerime başlarım.
İnsanın temel niteliği Allah’a kul olmaktır. Müslümanın önüne konulmuş hedef ise, her işinde ihsan kalitesini yakalamaktır. Tabiatıyla bu hedef, kulluğun bütün tezahürleri ve uygulamaları ile ilgilidir.
Dinimizde her alanda ulaşılması istenen kalite, ihsan kelimesiyle ifade edilmektedir. Bunun için İslâm standardının adı ve ortak terimi ihsan’dır. Bu tebliğimde Tasavvuf ve insandan çok, söz konusu ettiğim bu ihsan kalitesi üzerinde durmak istiyorum.

Her Konuda İhsan

Güzelliklerin her türlüsüne lâyık olarak yaratılmış insan, kendisinden beklenen seviye ve kalitede bir kişi olmak ve o çapta bir yaşayış ortaya koymakla yükümlüdür. Başıboş bir hayatı yaşama hakkına aslâ sahip değildir. Zira Şeddat bin Evs RA’ın rivayet ettiği bir hadisi şerifde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Allah her konuda ihsanı emretmiştir. Binaenaleyh (meşru bir sebeple herhangi bir) canlıyı öldüreceğiniz zaman güzelce öldürün. Hayvan boğazlayacağınız zaman güzelce boğazlayın. Böyle bir işe girişecek olanınız bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın.” [1]

Bu demektir ki, günlük işlerden ibadetlere kadar her iş ve davranışta dinimizin aradığı kalite ihsan kalitesidir. Bu gerçeği hadisimizin ilk cümlesinde bulmaktayız: “Allah her konuda ihsanı emretmiştir.” Tabiatıyla her bir konudaki ihsan, o konunun özellik ve gereklerine göre farklı yönleri olan bir ihsandır.
İyilik yapmak mânâsı da olduğu için ihsan, kelimesi çoğu kere infak ile eşanlamlı olarak değerlendirilmektedir. Oysa infak, tasadduk kelimesi gibi daha çok maddi yardımlar ve harcamalar için kullanıldığı halde; ihsan, maddî mânevî her çeşit iyilik, güzellik ve kaliteyi ifade etmektedir.

Öte yandan ihsan, iyiliği iyi yapmak, güzel yapmak, kaliteli ve seviyeli yapmak, –günümüzün moda ifadesiyle söyleyecek olursak– standartlara uygun olarak yapmak anlamına gelmektedir. Yani müslüman infak da dahil, her işinde ihsan seviye ve kalitesini yakalamak durumundadır. Nitekim şu iki âyet-i kerime ihsanı bu çerçevede dikkatlerimize sunmaktadır:
“Gerçekten Allah, adaleti, ihsanı ve akrabâya ikrâmı emreder.” [2]
“Allah yolunda infak ediniz. Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız. İyilik yapınız (iyiliği iyi yapınız). Zira Allah ihsan sahiplerini sever.” [3]
“Mutlak kemaline masruftur” kaidesince, bu ayetlerdeki ihsan, her konuda aranacak ve yakalanmaya çalışılacak kaliteyi anlatmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de İhsan

Dinimizin her işte ve davranışta ihsan kelimesini esas kabul ettiğini Kur’anda geçen ifade ve deyimlerden de çıkarmak mümkündür. İşte birkaç örnek:
Karz-ı hasen [4], va’d-i hasen [5], belâ-ı hasen [6], üsve-i hasene [7], mev’ize-i hasene [8], ahsenu’l-hadîs [9], ahsenu’l-kasas [10], ahsen-i takvîm [11].
Yüce yaratıcı bizzat kendisi her şeyi pek güzel yarattığını [12], insanı da en mükemmel yaratılışa sahip kıldığını [13], iyi iş yapanları ya da yaptığını iyi yapanları sevdiğini [14] bildirmiştir.

Hadislerde İhsan

Hüsnü’l-İslam, hüsnü’l-belâ, hüsnü’s-senâ, hüsnü’l-hulk, hüsnü’l-kelâm, hüsnü’r-re’y ve hüsnü’s-savt gibi [15] hadislerde geçen ifadeler de hep aynı ihsan kalitesinin anlatımlarıdır. “Allah muhsindir, muhsinleri sever.” [16] hadisi bu gerçeğin başka bir delilidir.
Sevgili Peygamberimiz Cebrail AS’ın sorusu üzerine ihsânı, “Allah’a, onu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen onu görmesen de o seni görmektedir.” [17] diye tarif etmiştir. Bu tarif kul-rabb ilişkisinde kulluk standardı demektir. Siz buna ister ihlâs, ister huşu’ deyiniz; anlatılacak olan hep kullukta ihsan kalitesidir.
İstanbul’un aziz misafiri Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte [18] Sevgili Peygamberimiz kullukta ihsan kalitesine ulaşmanın yolunu, “Namaza kalktığın zaman, onu son namazını kılan biri gibi kıl!” buyurmak suretiyle göstermiş olmaktadır.
Bir başka hadîs-i şerifte “İslam’ı ihlâs üzere, güzel, tertemiz yaşamaya niyet ve gayret edenler için bire on ölçüsünün yediyüz katına kadar arttırılarak uygulanacağı bildirilmektedir. [19] Bu da dinimizde, ihsan kalitesine ulaşma gayretlerine getirilmiş olan teşvik tedbiri ve başlı başına büyük bir ihsan ve ikramdır.

Hz. Peygamber bir başka hadisi şeriflerinde “Allah yaptığı işi güzel (sağlam ve mükemmel) yapanı sever” [20] buyurmuştur. Hayvan kesme işinde bile bir ihsan seviyesinin bulunduğu tesbitine ilâve olarak, kefeni güzel yapmak gerektiği [21], ölüye hiçbir faydası olmadığı halde dirilerin göz zevki için mezar toprağının bile iyice düzeltilmesi tavsiyesi [22], Peygamber Efendimiz’in her şeyde güzellik (ihsan) aradığının en çarpıcı belgeleridir. Onun temiz hayatı ve uygulamaları, yani sünneti seniyyesi “üsve-i hasene” (en güzel hayat modeli) olarak her konudaki güzelliğin, sadeliğin, ve estetiğin yegâne göstergesidir.
Bütün bunlar ve bunlara ilave edilebilecek birçok ayet ve hadisten anlaşılan, müslüman işinin en belirgin niteliğinin ihsan kalitesi olduğudur. Çünkü ihsan, İslâm standardıdır.

En Güzeli Ortaya Koyma Gayreti

Müslümanın işinin ihsan kalitesine ulaşması, temelde inanç ve davranış olarak en güzeli ortaya koyma niyet ve gayretine bağlıdır. Nitekim, “Sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar.” [23] ayeti, bu gerçeği genel nitelik olarak belirlemektedir. “En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti” hiç bir işi baştan sona, kolayına kaçarak yapma gibi tembel ve yolay bir tercih ile değil, her şeye hakkını verme, güzel yapma, en mükemmeli ortaya koyma disiplin ve sorumluluğuyla mümkündür. “Allah, yaptığı işi güzel yapanı sever.” beyanı, müslümanlıktaki iş ve kalite disiplinini oluşturmak için yeterli teşvik ve tehdid unsurlarını bir arada tutmaktadır. Zira bir işi güzel yapmak demek, “Allah’a lâyık ve rızasına muvafık” bir işi, lâyık olduğu, (yani standartlara uygun) şekilde yapmak demektir.
En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti, işi ehline vermek, ehli olmadığı işi üstlenmemek, üstesinden gelemediği, güzelce yerine getiremediği işi sırf bu sebeple terk etme gibi tavır alışları da beraberinde getirir. O halde müslümanı, “Sürekli mükemmele ulaşma cehdinde olan insan” diye tanımlamamız mümkündür. İşte bu cehd, standarda uygun bir hayatı yakalama yolunda ortaya konulmuş başlıbaşına bir ihsandır.

İhsanın Karşılığı

“Her şeyi kendine has özellikleri içinde en güzel şekilde yapmak” diye de ifade edebileceğimiz ihsanın elbette bir karşılığı olacaktır.
1. İhsan, zayi olmaz bir değerdir. Nitekim ayette “É Ve biz güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz” [24] buyurulmuştur.
2. İhsan, ihsanla karşılanır. Zira yine bir ayette açıkça ifade buyurulduğu gibi “İhsânın karşılığı da ihsandan başka birşey değildir” [25].
3. İhsanın ihsandan ziyade karşılığı da vardır. Allah-u Teâlâ: “Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır.” [26] buyurmaktadır.

Sonuç

İnsan en güzel varlıktır. Nitekim Allah-u Teâlâ: “Andolsun ki biz âdemoğullarını, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır” [27] buyurmaktadır. Bu sebeple insanı insanlığından kaçmaya çağıran; yükselmesinin, insanlığı korumakla değil, ona isyan etmekle olacağını telkin eden hiç bir anlayış, bu âyette insana verildiği belirtilen “üstün izzet ve şeref” ile kabil-i te’lif değildir. Bunun için, Mevlânâ gibi bazı mutasavvıflar işe, insana insanlık şerefini hatırlatarak ve insanlıkla iftihar edilmesi gerektiğini vurgulayarak başlamışlardır.
İhsan, en güzel bir biçimde ve kabiliyette yaratılmış olan insanın, her işte ve davranışta ulaşması gerekli en üstün seviye ve kalitenin adıdır. Tasavvuf, o güzelin bu seviyeye yükselme yöntemidir. Tarikatlar da bu yöntemi değişik şekillerde uygulayan — tabirimi mazur görünüz — ruhî güzellik salonları durumundadır.

Güzellik salonlarına gitmeden de güzel olmak elbette mümkündür. Ancak işin uzmanları eliyle bilinçli ve kontrollü bir şekilde bu işi gerçekleştirmek herhalde daha isabetli bir yoldur. Ancak unutulmamalıdır ki, tasavvuf bir makyaj değildir. Bir disiplin bir eğitim ve bir tezkiyedir. Amacı, isteyenleri ihsan kalitesine eriştirmek, “hasüne islâmuh” denilecek bir noktaya getirmeye çalışmaktır.

Burada her arınmanın tasavvuf olmadığını da unutmamak gerekir. Arınma ancak, dinin ahkâmına uymayı hedeflerse tasavvuf olur Tasavvuf, İslâm bağından ve sorumluluğundan kurtularak keyfince yaşama serbestliğine kavuşma anlamında asla değerlendirilemez. Yaşayışı din tarafından kuşatılıp temizlenmemiş kişiler –iddiaları ne olursa olsun– mutlak bir yanılgı ve kalite kusuru içindedirler.
“İnsanı ihsâna ulaştırıcı her usûl denenmeye, her el öpülmeye, her yol yürünmeye, her önder takip edilmeye, her gayret takdir ve teşekküre değer.” diye düşünüyorum.
Saygılarımla

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi
12. 11. 1994 – Eskişehir

NOTLAR:

[1] Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11, Tirmizî, Diyât 14; Nesâî, Dahâyâ 22, 26, 27; İbn Mâce, Zebâih 3; Dârimî, Edâhî 10
[2] En-Nahl (16), 90
[3] El-Bakara (2),195
[4] Bk. el-Bakara (2), 245; el-Maide (5), 15; el-Hadîd (57), 11
[5] Bk. Tâhâ (20), 86
[6] Bk. el-Enfâl (8), 171
[7] Bk. el-Ahzâb (33), 21; el-Mümtehine (60), 4, 6
[8] Bk. en-Nahl (16), 125
[9] Bk. ez-Zümer (39),23
[10] Bk. Yusuf (12), 3
[11] Bk. et-Tîn (95), 4
[12] Bk. es-Secde (32), 7
[13] Bk. et-Tîn (95), 4
[14] Bk. el-Bakara (2), 195; el-Maide (5), 93
[15] Bk. Concordance, I, 467
[16] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid V, 197 (Taberâni’den naklen)
[17] Müslim, Zikr 37; Ebû Davud, Edep 60; Tirmizî, Hudud 3; Kur’an 10; İbn Mâce, Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, II, 252, 296, 500, 514
[18] Ahmed b. Hanbel, V, 412; İbn Mâce, Zühd 15; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra, I, 370; Yorumu için bk. İ. L. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, s. 75-78, (Marifet Yayınları, İstanbul, 1990).
[19] Bk. Müslim, İman 205
[20] Bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 286, 287
[21] Bk. Nesâî, Cenâiz 37
[22] Bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 287
[23] Ez-Zümer (39), 18
[24] Bk. Yusuf (12), 56
[25] Er-Rahman (55), 60

Bilginin üç mertebesi…


Bilginin üç mertebesi vardır. Bunlar, İlme’l-Yakîn, Ayne’l-Yakîn ve Hakka’l-Yakîn.

Marifetullah’da da bu üç mertebe carîdir. İlme’l-Yakîn: İlim ile bir şeyi bilmek ve tanımaktır. Bu bilgi kesinliği ispatlanmış olan bilgidir. Kesinliği delillerle ispat edilmeyen şeye bilgi denmez, malumat denir. Bilginin yakîn mertebesi kesin bilgidir.Ayne’l-Yakîn: Gözle görerek bilmek anlamında bilginin ikinci mertebesidir. Gözle görme ve algılama yakîn mertebesinde olursa kesinlik ifade eder. Aksi takdirde göz yanılması gibi gerçek olmayan algılamalardır.Hakka’l-Yakîn: Bir bilginin hakikatine erme hadisesidir. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği olan bu mertebenin de çok mertebeleri vardır. Bu bilginin de yakîn mertebesine ulaşması ile kazanılan kesin bilgidir. Bu mertebe bilgiyi yaşama, hakikatine erme ve şüpheye yer bırakmadan işin doğrusunu anlama mertebesidir.

Kur’ân-ı Kerimde “İlme’l-Yakîn” ve “Ayne’l-Yakîn” ifadeleri Tekâsür Suresinde arka arkaya geçmektedir. Yüce Allah bu surede Kabir ve ahiret hayatını anlatmaktadır. Dünyanın insanı aldattığını ihtar etmektedir. “Çokluğunuzla övünmeniz sizi aldattı. Ta kabre varıncaya kadar. Dikkatli olun! İleride bileceksiniz. Sonra ileride daha iyi bileceksiniz. Keşke, İlme’l-yakîn bilmiş olsaydınız. Cehennemi göreceksiniz. Sonra ayne’l-yakîn görerek bileceksiniz. Sonra o gün dünyadaki nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür, 102:1–8)Hakka’l-yakîn terimi ise “İnkâr edenlerin kaynar suların bulunduğu, cehenneme kesinlikle girecek, hakka’l-yakîn kesinliğinde görecektir.” (Vakıa, 56:92–95) “Bu Kur’ân-ı Kerimin bilgileri hakka’l-yakîn mertebesinde kesin bilgileri muhtevidir” (Hakka, 69:51) ayeti ile sabittir.

Bilgi aklî kesinliğe ulaşırsa İlme’l-yakîn, tecrübeye dayanırsa ayne’l-yakîn, içselleştirerek bizzat yaşanırsa hakka’l-yakîn mertebesine çıkmış olur. Duyarak, okuyarak kazanılan bilgi ilme’lyakîn bilgidir. Sem’iyyat olarak adlandırılan bilgi kesinlik kazanırsa ilmî bilgidir. Duyduğu şeyi bizzat görerek bilgi sahibi olursa buna ayne’l-yakîn mertebesine ulaşır. Bizzat yaşanan bilgi ise hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış olur.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Hz. Üzeyir’in (as) yüz sene uyuyarak dirilmesini ve merkebinin dirilmesini görmesini örnek verir. (Bakara, 2:259) Yine İbrahim’in (as) kalbinin tatmini için ölüleri diriltmeyi göstermesini istemesi de hakka’l-yakîn bilgiye örnektir. (Bakara, 2.260)

Sadece işitmeye dayanan taklidî iman İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerine çıktıkça tahkik-i imanda terakkiyi netice verir. İmanda ve Marifetullah’da da İlme’l-yakînden hakka’l-yakîne kadar mertebeler olduğu gibi, hakka’l-yakînde de binlerce mertebeler vardır. İman hakka’l-yakîn mertebesine ulaşırsa daha selbedilemez bir dereceye gelir. Sadece akıl ve duyguda kalmaz ruha ve sırra ve insanın bütün duygularına sirayet eder.

Bediüzzaman’ın izahlarına göre çabuk şüphelere mağlup olan taklidî imana mukabil tahkik-i imanın pek çok mertebeleri vardır. İlme’l-yakîn mertebesi birçok delillere ve burhanlara dayanarak imanda terakki etme sürecidir. Ayne’l-yakîn mertebesi ise kâinatı bir kitap gibi okuma derecesine insanı yükseltir ve bunun da binler mertebeleri vardır. Tüm varlıklarda Allah’ın isim ve sıfatlarını ve şuunatının tecelliyatını müşahede eder. Kendi içinde binler mertebesi bulunan Hakka’l-yakîn mertebesi ise sahibini pek çok yüksek makamlara yükseltir.

Bediüzzaman 17. Lem’anın 10. Notasında “Gafletten tecerrüt ederek marifet-i ilâhiyenin nurlarına müteveccih olan bir mü’minin Allah’ın ayetlerini temaşa ederken kendisine görünen her bir delili ve nuru tenkit ve tereddütle karşılamak yerine onlara müteveccih olmalı” der. Marifetullah’ın şahitlerini üçe ayırır. Birincisi “Su” gibi görünen ve hissedilen ama parmaklarla tutulmayan delillerdir. İkinci kısmı “Hava” gibi hissedilen; ama görülmeyen ve tutulmayan delillerdir. Bu nevi deliller ise ruh ile ona yönelmekle kazanılan delillerdir. Üçüncü kısım ise “Nur” gibi görünen ama tutulmayan ve hissedilmeyen delillerdir ki buna karşı ancak kalp gözü ile bakılınca ve ruh ve kalb ile yönelince kendi kendine gelen marifet nurlarıdır. Ancak basiret nurları ile avlanabilen delillerdir.

Marifet nurları akıl, ruh ve kalple kazanıldığını ifade eden Bediüzzaman bunların “hakka’l-yakîn” mertebesine ulaşan bir “Arif-i Billah”ın marifet mertebelerinde terakki ve tekâmül aşamaları olduğu anlaşılmaktadır.

Bu konuda “Zühre” namındaki çiçek, Kamere âşık canlı bir “Katre” ve Güneşe bakan “Reşha”yı misalleri ile açıklamıştır. Zühre nefse, katre akla, reşha ise kalbe benzemektedir. Bu da üç tabaka ehl-i hakikat olan ehl-i ilim ve felsefe, kalb yolu ile terakki edeni ve ehl-i fikir, ehl-i velayet ve ehl-i nübüvvete işaret etmektedir.

Birincisi: Zühre namındaki bir çiçek: Enaniyeti bırakmayan ve istidlal yolu ile akıl, hikmet ve marifetle hakikati aramaya giden, iman ve Kur’an ile fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin aralarındaki fikrî ve ilmî ayrılıklarına işaret etmektedir. Çiçek gıdası ve ışığını sebeplerden alır. Bu “İlme’l-yakîn” mertebesini bir derece ifade eder.

İkincisi: Kamere âşık olan Katre: Cismânî cihazlarla çalışan ve hakikate giden, nefsi temizleyerek, ıslah ederek aklı kullanarak mücahede ile hakikate gidenleri ve kalbin tasfiyesi ile iman ve teslimiyetle hakikate gidenleri ifade eder. Kamer, yani ay ışığını güneşten alır. Işığı kendisinden değildir. Görevi yansıtmaktır. Bu da “ayne’l-yakîn” mertebesinin bir yansımasıdır.

Üçüncüsü: Reşha namı verilen ve doğrudan güneşten ışığı alanlar: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet ve ehl-i nübüvvete işaret eder. Nebiler doğrudan vahye mazhar oldukları gibi, ehl-i velayet de vahyin gölgesinde ilhama mazhar olarak vahyin anlaşılmasını doğrudan ilâhi kaynaktan almaktadır.

Bediüzzaman bu üç hakikati bir misalle açıklar. Meselâ güneşin Allah’ın emri ile üç çeşit tecellisi vardır. Biri çiçeklere, diğeri aya ve gezegenlere, ikincisi ise şişe ve su gibi parlak şeylere verdiği tecellisidir.

Güneşin çiçeklere olan tecellisi üç şekildedir: Birincisi bütün çiçeklere olan umum3i ve külli tecellisi. İkincisi, her bir çiçek nev’ine göre hususi tecellisidir. Üçüncüsü ise, her bir çiçeğin şahsiyetine göre cüz’î tecellisi ve feyz vermesidir. Bu nevi tecelli çiçeklerin süslü renklerinin güneşteki yedi rengin çiçeklerde istihale ile in’ikasıdır. Bu cihette tüm çiçekler güneşin bir nevi aynaları hükmündedir.

İkincisi güneşin gezegenlere ve aya izn-i ilâhi ile verdiği nur ve feyzidir. Ay güneşten bu nuru külli bir surette alır sonra hususi bir surette o ışığı denizlere, havaya ve toprağa yansıtır ve verir.

Üçüncüsü güneşin emr-i ilâhi ile doğrudan havaya, denizlere ve parlak şeylere verdiği nuru ve ışığıdır. Her biri kabiliyetine göre doğrudan güneşten istifade eder. Güneş geniş bir şekilde bütün varlıklara ışığını verdiği gibi, denizin damlalarına ve suların kabarcıklarına da ışığını, cüz’î aksini ve birer küçük timsalini verir.

Güneş her bir çiçeğe, gezegenlere ve aya verdiği ışığın bir benzerini her bir damla suya ve her bir su sızıntısı olan reşhaya da onların kabiliyetine göre feyzini verir. Bu da üç şekildedir.

Birincisi doğrudan doğruya, perdesiz ve hicapsız şekilde verir. Şu nübüvvet yolunu temsil eder. İkincisi araya berzahlar ve vasıtalar girer. O vasıtalar kendi renklerini ve kabiliyetlerini o tecellide gösterir. Şu yol velayeti temsil eder.

Birinci yol olan nübüvvet yolunda her bir çiçek, katre ve reşha “Ben umum âlem güneşinin bir aynayısıyım” diyebilir. İkinci yolda bunu diyemez. “Ben kendi güneşimin aynasıyım” veya “nev’ime tecelli eden güneşin aynasıyım” diyebilir. Çünkü güneşi nev’i vasıtası ile tanıyor. Bütün âleme bakan güneşi göremiyor. Bütün kâinata ve bütün varlıklara olan tecellisini ve seyyareleri çevirmek ve tüm varlıkları tenvir etmek gibi hayretnümâ olan faaliyetini o dar çerçevede göremiyor. Ancak aklî kabulle ve imanî bir teslimiyetle verir. Bu da şuhûdî tarzda olamaz.

İnsanlar da üç nevidir.Birincisi, dünyayı unutmayan maddiyat ile meşgul olan, nefsi kesafet peyda eden insan Zühre gibidir. Nasıl çiçek güneşten kendi kabiliyetine göre bir renk alıyor. İnsan da istidadına göre Şems-i Ezelînin ziyasından kendi kabiliyetine göre esmasının tecellisini alır ve anlayabilir.

İkincisi, sebeplere dalmış ve felsefe ile aklını karıştırmış filozoflar ise kamere âşık olan katre gibidirler ki, ayın güneşten aldığı ışığını güneşi bilmediği ve tanımadığı için yalnız ayı görür, güneşi göremez. Ancak iman ile bilir ki aya ışığını veren güneştir.

Üçüncüsü: Her şeyi doğrudan Cenab-ı Haktan bilen ve sebepleri bir perde telakki eden fakir adam Reşha misaldir. Kendi zatında fakirdir hiçbir şeyi yoktur ki Zühre gibi ona güvensin. Hiçbir rengi yoktur ki onunla görünsün. Başka şeyi de tanımaz ki ona yönelsin. Halis bir saffetle güneşe teveccüh eder, doğrudan güneşin timsalini göz bebeğinde saklar.

Şimdi kendimize bakalım, bir Zât-ı Kerim ihsanıyla bizi gayet derecede tezyin, tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise ihsana perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek ister. Öyle ise her insan istidadına göre o muhabbet cazibesiyle sulûk eder. Yüce Allah’ın kurbiyetini kazanmaya çalışır. Bu kurbiyet de İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinde terakki ve tekâmül ile olabilir.

Hifa hatun ve Süheyb (r.a.) nerede, ahirzaman nerede…

Video


Menkıbesi anlatılan fakat hayatı hakkında malumat verilmeyen kadın sahabelerden biridir. Medineli ve ensardan olduğu anlaşılmaktadır. Kabilesi ve doğum tarihi bilinmemektedir.Medine-i Münevvere’de güzelliği ile ün salmış bir kadındı. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) efendimizin huzuruna gelip şöyle söyledi: “Ya RasûlALLAH! Bana beni cennete götürecek bir iş öğret!” Rasûlullah (s.a.v) “Önce biriyle evlen. Bununla dinin yarısını emniyete alırsın.” buyurdu. Ya RasûlALLAH! Benim dengim kim olur? “Beni Habeş Necâşîsi (kral) istedi, ben onu istemedim. Ubeydullah yüz deve ve başka şeyler de verdi, onu da kabul etmedim. Lakin siz ahirette kurtuluşumun evlilikten geçtiğini buyurdunuz. Siz kimi münasip görürseniz onunla evlenmeye razıyım.” dedi. Hîfâ Hatun’un siz kimi münasip görürseniz razıyım sözünün altında, gönlünden Peygamberimizin kendisini müminlerin annelerinden kılacağı ümidi vardı. Lakin Rasûlullah’ın (s.a.v) böyle bir niyeti yoktu. Onu gücendirmek de istemiyordu. “Yarın sabah mescide en evvel kim gelirse onunla evlendireceğim.” buyurdu. Onunla evlenmek isteyen sahabeleri de ümitsizliğe düşürmek istemediğinden böyle bir yol takip etmeyi uygun görmüştü.Ertesi gün hiç biri erken uyanamadı. ALLAH .(c.c) onlara uykudayken uyanma imkanı bahşetmedi. Rasûlullah (s.a.v) kimin geleceğini bekleyiverirken aniden Süheyb isimli, fakir, siyah renkli, görünüşü güzel olmayan, uzun boylu, zayıf ve ince yapılı olan sahabe geldi. Hîfâ Hatun ise, zengin, güzel ve rağbet edilen biriydi. Namazdan sonra Hîfâ Hatunu çağırdı, durumu bildirdi. O da buna razı oldu. Hiç itiraz etmedi. Rasûlullah (s.a.v) hutbe okudu, nikahlarını akdetti. “Süheyb, kalk ve bu hanımın için bir şeyler al!” buyurdu. Lakin Süheyb, dünyalığı olmadığını söyleyince Hîfâ Hatun, kendi servetinden on bin dirhem gümüşlük bir kese getirtti. Onları Süheyb’e verdiler. O da gerekli şeyleri alıverdi. Sonra Rasûlullah (s.a.v) “Ey Süheyb! Hanımının elini tut, onu evine götür!” buyurdu. Bu sefer Süheyb (r.a) dedi ki, Ya RasûlALLAH (s.a.v)! benim evim mesciddir. Hangi eve götüreyim?” Süheyb’in bu cevabını işiten Hîfâ Hatun, “filan yerdeki hazır konağı sana bağışladım. Kalk beni oraya götür.” dedi. Onun bu âlicenap tavrı ve hareketi Rasûlullah’ın (s.a.v) çok hoşuna gitti de ona dua etti. Sahabe de onun bu hareketini çok takdir ettiler ve onu övdüler.

Karı ve koca kalktılar ve birlikte konağa gittiler. Akşam olunca yemeklerini yediler. Rablerine hamd ettiler. Nihayet yatma vakti gelince, Hîfâ Hatun “Ey Süheyb! Bil ki, ben sana nimetim, sen bana mihnetsin. Sen bu nimete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel bu geceyi ibadet ve taatle geçirelim. Sen şükrediciler, ben sabrediciler sevabına kovuşayım. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) ‘Cennette yüksek çardak vardır. Bunda yalnız şükredenler ve sabredenler bulunur’ buyurdu.” dedi.

O gece ikisi de taat ve ibadet ile meşgul oldular. Sabah namazını eda için Süheyb mescide geldi. Cebrail a.s onların gerekli hallerini Rasûlullah’a (s.a.v) bildirdi. Cennet ve Cemâl-i ilâhî ile onlara müjde verdi. Rasûlullah (s.a.v) “Ey Süheyb! Geceki hâlini, sen mi anlatırsın, ben mi söyleyeyim?” buyurdu. Süheyb, Ya RasûlALLAH (s.a.v) siz söyleyiniz dedi. Rasûlullah (s.a.v) durumlarını, yaptıklarını bildirdi. Ve sonra “Siz cennetliksiniz ve ALLAH u Teâlâyı göreceksiniz” müjdesini verdi. Süheyb sevincinden ve Cenâb-ı Hakk’ın didarı müjdesine kavuşmak şevkinden başını secdeye koydu ve “Ya Rabbi! Eğer beni mağfiret etmişsen, günahlara bulaşmadan ruhumu kabz et! dedi. ALLAH u Teâlâ, onun ruhunu secdede iken kabz etti. Orada bulunan tüm sahabeler buna ağladılar. Rasûlullah (s.a.v) “Daha şaşılacak şey, Hîfâ’nın da bu anda ruhunu Hakk’a teslim etmiş olmasıdır.” buyurdular. Hakikaten o esnada Hîfâ Hatunun da Hakk’a yürüdüğünden kimsenin şüphesi olmadı. Muhbir-i sadık efendimizin her haber verdiği doğruydu. Nitekim bu da böyle oldu. Sahabe-i Kiram efendilerimiz her ikisinin de cenaze işlemlerlerini yaptıktan sonra ikisini de Cennet’ül Bakî’ye yanyana defnettiler. Başları ucuna iki tahta koydular. Tahtalardan birine: “Bu ALLAH u Teâlâ’nın nimetine şükür edenin kabridir.” diye yazdılar. Öbürüne de: “Bu ALLAH u Teâlâ’nın mihnetine sabredenin kabridir.” ibaresini yazdılar. Bu olay ile bir kere daha anlaşılmıştır ki, Ashab-ı kiram kuvvetli bir imana ve tam bir teslimiyete sahip idiler.

ALLAH (c.c) hepsinden razı olsun!

Ümame Hatun’un Kızına Nasihati


“Yavrum,
 
Şimdi sana kırk yıllık evliliğimin tecrübelerine dayanarak bazı nasihatlerde bulunacağım. Bu tavsiyelerimi iyice öğrenip icap ettiği şekilde hareket edersen, hayatın boyunca rahat edersin. Kocanla aranız hiçbir zaman bozulmaz. Bu dünyada mutlu bir ömür geçirdiğin gibi, ahirette de ebedi saadete ulaşırsın.
1. Kanaatkâr ol! Yani, kocan tarafından getirilen yiyecek ve giyecek her şeyi memnuniyetle kabul et! Çünkü kanaat kalbi huzura kavuşturur. İsteklerin, arzuların sonu yoktur. İnsan her istediğine kavuşamayacağı için huzursuz olur.
2. Söylenenleri daima iyi dinle, ve her zaman kocanın meşru emirlerine itaat üzere bulun! Kocana itiraz etme! İtirazcı, inatçı kimseler sevilmez. Onunla kaynaşmaya gayret göster. Bu şekilde hareketlerin, aynı zamanda, Cenab-ı Hakk’ın rızasına da muvafık olur. 
3. Evin her zaman, muntazam ve düzenli olsun! Evinin dağınık olmamasına itina ve ihtimam göster! Beyinin gözüne çirkin, düzensiz bir şeyin ilişmesinden sakın! Dış görünüş içe, kalbe de tesir eder. Evin, her zaman temiz ve güzel kokulu olsun.
4. Eşinin yemek saati ile uyku saatine dikkat etmelisin! Yemeğini adeti nasılsa, ona göre hazırlamalısın. Vaktinde uyumanız için işlerini zamanında bitir. Çünkü açlık insanı huysuz eder. Uykusuzluk ise, öfkelenmeye sebep olur.
5. Evinin mallarını ve eşyasını iyi koru! Mal ve eşyayı koruman, senin iyi iş bildiğini gösterir. Yaptığın işleri, iyilikleri başa kakma! Başa kakarsan, iyilik, fayda yerine zarar getirir. Kırk iyilik, bir başa kakma ile yok olur. Sakın kocanın huysuzluklarına karşı, kocana misilleme yapmaya kalkışma! İyiliğe karşı iyilik çabuk unutulur, fakat kötülüğe karşı yapılan iyilik unutulmaz.
6. Eşinin yakınlarına güzel muamelede bulun! Güzel muamelede bulun ki, o da senin yakınlarına iyi davransın. Gülü seven dikenine katlanmalıdır. Zaten dünyada nimetler ve mihnetler beraber bulunur. Kocanın evde, çocuklarına, yakınlarına karşı otoritesini sarsacak, onu küçük düşürecek söz ve hareketlerde sakın bulunma! Hatalarını, yalnız iken, bilgiçlik taslamadan, yumuşak bir şekilde söyle!
7. Kocanın sırlarını hiç kimseye söyleme! Karı koca arasındaki sırlar kabre beraberlerinde gömülmeli. Eğer sırlarını etrafa yayacak olursan, sana darılır. Vefasızlık etmeyeceğinden bile emin olmaz. Sevgide azalma olur…
8. Eşine hürmette, emirlerini yerine getirmede kusur etmemelisin! Sözlerinin aksini söyleyerek, ona karşı gelmemelisin! Eğer karşı gelir, isyan edersen, kızıp öfkelenmesine, hatta düşmanca hareket etmesine sebep olursun. Evde huzurun olması için mutlaka son sözü bir kişi söylemeli. Aksi takdirde, sıkıntı olur. Eşinin üzüntülü ve kederli zamanlarında sen de öyle görün! Onun üzüntüsünü onunla paylaş! O neşeli ise sen de neşeli görünmeye çalış! Ona her yönüyle iyi bir hayat arkadaşı ol!
9. Kocana ne kadar hürmet ve tazimde bulunursan, kendini o kadar çok sevdirirsin. Rızasına ne derece uygun hareket edersen, o nispette sevgisini kazanırsın. Aranızdaki problemlerinizi kendiniz halledin! Sakın bunları, bize veya başkasına taşıma! Bizi yok farz et! Birçok sıkıntının en güzel ilâcı zamandır. Bir ayağın baba evinde olmasın, iki ayağın ile kendi evinde ol! Kimseden medet umma!
10. Kocandan, almakta zorlanacağı, gücünün yetme yeceği şeyler isteme! Bu hem senin, hem de onun helâk olmasına sebep olur. Nitekim hadis-i şerifte sevgili Peygamberimiz, “Bir zaman gelir ki, adamın helâki, hanımının, ana-babasının ve çocuğunun elinden olur. Onu fakirlikle ayıplarlar, gücünün yetmediği tekliflerde, isteklerde bulunurlar. Böylece o kimse, bu istekleri temin için dininin gideceği yollara sapar ve helâk olur.” buyurmuşlardır.
11. Kadının güzel huylusu, saliha olanı, eşine cennet nimetidir. Kötüsü, şerlisi de cehennem azabından sayılır. Sen kocana cennet nimeti ol! Azap çektirme!
Bunları yapabilmen, ancak, onun isteklerini, kendi isteklerine, onun rızasını kendi arzularına tercih etmenle mümkün olabilir. Hep kendi istek ve arzularını ön plana çıkarırsan, bu öğütleri tutabilmen mümkün olmaz.”