Bir kalpte beş sevgi


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.)’ye bir gün şu suali sormuşlar:
– “Ya Ali! Allah’ı sever misin?”
– “Şuphesiz Ya Resullallah!”
– “Beni sever misin?”
– “Severim.”
– “Fatıma’yı sever misin?”
– “Severim.”
– “Hasan ve Hüseyin’i sever misin?”
– “Severim.”

– “Kalp bir ; muhabbet beş… Bu beş muhabbeti bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?” sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri Hz. Fatımatu’z Zehra (r. anha)’ya açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,

– “Cihetler ayrıdır ; Allah’ı sevmek akıldan, Peygamberi sevmek imandan, evladı sevmek tabiattan, zevceyi sevmek muhabbettendir.”

Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e arz ettiklerinde Resul-u Ekrem Efendimiz (s.a.v.) bu cevabın kendisinden olmadığını işareten,

“Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır” buyurdular.

İnsanlar…


İnsanlar vardır başkaları için yaşarlar, insanlar vardır başkaları sayesinde yaşarlar,
İnsanlar vardır sorun olurlar, insanlar vardır çözüm olurlar,
İnsanlar vardır ümit kırarlar, insanlar vardır ümit verirler,
İnsanlar vardır dert üretirler, insanlar vardır deva üretirler,
İnsanlar vardır şikayet ederler, insanlar vardır şükrederler,
İnsanlar vardır yük olur, insanlar vardır yük taşır,

İnsanlar vardır, gelip geçerler hayatımızdan, kimi hiç iz bırakmaz ardından, kimi hafifçe okşar ruhumuzu, kimi de hüzün bırakır ardından…
İnsanlar vardır, usulca sokulurlar içimize, sonsuzcasına orada kalsın isteriz. Bazıları serap gibidir, yokluğunda hayalleridir gerçeğimiz…
İnsanlar vardır, su gibi aziz, su gibi duru, seni sana olduğun gibi yansıtan, konuştukça akarlar kalbimize, Kan gibi, Can gibi, Canan gibi…
İnsanlar vardır, ışığı sönmüş yıldızlar gibi çaresizdirler, keşfedilmeyi bekleyen nice deryalar gibi, açtın mı kollarını, kalbine doldururlar ışığı…
İnsanlar vardır, soğuk duvarlar misali, gülümsemezler, tebessümün bir sadaka olduğunu ve sıcaklığını bilemezler, bilseler de sevmezler…
İnsanlar vardır, gelip geçerler hayatımızdan, kimi depremlerle gider, kimi fırtınalarla,

Aynı havayı soluyan, aynı sıkıntıyı yaşayan, aynı sevince ortak olan insanlardan biri dert küpü olur çıkar, diğeri bilgi küpü…

İç dünyalarında düğümlenir bütün iş…
Afâki âlemden kopup gelen her mâlûmat, her olay, her keyifiyet, bizim ruh dünyamızı, zihniyet dünyamızı, gönül iklimimizi nasıl ve neye göre biçimlendirip işlettiğimize göre dönüşür, değişir.

Ben kalanlardan yanayım, gitmeyenlerin kadrini, sadakatini ve sabrını severim, sarılıp bırakmayanların sıcaklığını…

Allah İçin Sevilen Kardeşler

Video


Kur’an birçok ayetinde müminlerin kardeşliğine vurgu yapar. “Mü’minler ancak kardeştirler…” (Hucurat Suresi, 10) ifadesi gereği, müminler birbirleriyle çekişemezler, birbirilerine düşmanlık edemezler, etmemelidirler.

İman eden insanlar birbirlerini, hiçbir menfaat beklentisi olmadan, samimiyetle ve Allah’ın hoşnutluğu için sever, yine Allah’ın hoşnutluğu için birbirlerinin dostu olurlar. Bu dostluk, güçlü bir bağın temelini oluşturur ve kan bağıyla oluşan kardeşlik ilişkisinden tamamen farklıdır. Allah sevgisi ve Allah korkusu üzerine inşa edilen bu bağlılık, Allah’ın dilemesi dışında asla kopmaz. Kardeş kardeşe; kan değil, hak bağıyla bağlıdır, iman bağı ile bağlıdır.

Bir arada olmaktan büyük zevk alan, birbirlerini şevklendiren, kendisi için dilediğini inanan kardeşleri için dileyen, kendi ihtiyacı olsa da kardeşi için fedakârlık yapan bu güzel ahlâk özelliklerine sahip insanların beraberliği, dünyevi değerlere dayanan birlikteliklerden tamamen farklıdır. Allah için yaşayan müminlerin kardeşliğini farklı kılan en önemli özeliklerden biri, bu kardeşliğin sonsuza kadar devam edecek olmasıdır.

İbnu Mesud (ra)’dan rivayetle, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:
“Allah’u Teala için birbirini sevenler, cennette kırmızı yakuttan yapılmış yüksek binalarda bulunurlar. Her binada yetmiş bin oda bulunur. Oradan cennet ehline bakarlar. Güneşin dünyadakileri aydınlattığı gibi; onların güzelliği de cennet ehlini aydınlatır. Üzerlerinde yeşil atlastan yapılmış elbiseler vardır. Alınlarında, “bunlar, Allah’u Teâlâ için birbirini sevenlerdir” ibaresi yazılıdır.”

Ebu Hureyre(ra) da, Resulûllah (asm)’dan şu hadisi rivayet eder;
“Arşın etrafında nurdan yapılmış bir takım minberler/yüksek tahtlar vardır. Üzerinde bir takım insanlar bulunur; onların giysileri nurdur, yüzleri de nur gibi parlamaktadır. Onlar peygamber ve şehit değillerdir; fakat peygamber ve şehitler kendilerine gıpta/hayranlık ile bakarlar.”
Ashab, “ey Allah’ın Resûlü, onların kimler olduğunu bize açıklayın” deyince, şöyle buyurur:
– Onlar Yüce Allah için birbirini seven, meclis kurup sohbet eden ve birbirilerini ziyaret eden kimselerdir.”

Benzer bir hadiste de, “Kıyamet günü bir takım insanlar için Arş’ın etrafında kürsüler/tahtlar kurulur. Yüzleri ayın ondördü gibi parlar. O günde insanlar endişe içindedirler, onlar ise hiçbir şeyden çekinmezler; insanlar korku içindedirler; onlar korkmazlar. Onlar, Yüce Allah’ın kendilerine hiçbir korku ve üzülme olmayan dostlarıdır” buyurur Peygamberimiz (asm).
– Onlar kimlerdir?, diye sorulduğunda ise şu cevabı verir:
– Onlar Yüce Allah için birbirini sevenlerdir.”

Sahabe ve âlimlerin, kardeşlik üzerine söyledikleri sözler de oldukça fazla elbette…

“Allah için sevdiğimiz kardeşlerimiz bize aile ve evlatlarımızdan daha sevimlidir; çünkü, ailemiz bize hep dünyayı hatırlatır, kardeşlerimiz ise ahireti hatırlatır.”
(Hasan-ı Basri ve Ebu Kilabe)

“Allah için sevilen kardeşlerle buluşmak, kalpten sıkıntıları söker atar ve üzüntüleri giderir.”
“Bir kardeşin, diğer kardeşinin yüzüne sevgi ve merhametle bakması ibadettir.”
(Fudayl b. Iyaz)

Said Nursi, risalelerinde kardeşlik, birlik ve beraberliği vurgular ve cehaletten, nifaktan, bölünüp parçalanmaktan ve anarşiden uzak durulmasını ısrarla öğütler. İslâm birliğini hedef olarak gösterir ve “İttihadın meşrebi muhabbettir” der.

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Suresi, 10) kale-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz (sığınınız). Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” (Mektubat)

Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Görmez’in, Müslümanların kardeşliğinin aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı kitaba iman etmekten, aynı secdeye kapanmaktan, aynı rükûya varmaktan, aynı kıbleye yönelmekten gelen bir kardeşlik olduğunu ifade eden sözleriyle bitirelim:

“… Kardeşliğimizi ihmal ediyoruz. Halbuki Müslümanların kendi aralarında tesis edeceği kardeşliğin evrensel insan kardeşliğine de faydası olacaktır. Çünkü müminlerin kardeşliği bir başkasına karşı değil, onu besleyen bir kardeşliktir… Kutuplaşmalarda uçlar öne çıktığı için ana yol gölgede kalıyor. Tarihte yaşanmış acı hikâyeleri karıştırarak, oradan birbirimize birtakım öfke ve intikam devşiriyoruz. Hiçbirimiz Sıffin’de de Kerbelâ’da da yoktuk. Ne Çaldıran’da, ne Dersim’de vardık. Ama bugün bütün bunların hesabını birbirimize soruyoruz. Böylece kardeşlik hukukumuzu ve kardeşlik ahlâkımızı ihlâl ediyoruz. Bütün bunları geride bırakmak lâzım, hâle ve geleceğe bakmak lazım. Elbette sorgulamak, hesaba çekmek, yüzleşmek bunlar önemlidir ama affetmek, bağışlamak diye bir şey var. Dolayısıyla yeniden bir İslam kardeşliğini kurmak için de sevgili Peygamberimiz’den alacağımız çok şey var. Hz. Yusuf, kendisini kuyuya atan kardeşleriyle yıllar sonra karşılaşınca, ‘Siz beni neden kuyuya attınız?’ demedi, ‘Kardeşlerim, şeytan aramıza girdi.’ dedi. Kur’an-ı Kerim, aynen bize bunu öğretir.”

“… Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. (En’am Suresi, 142)

Edeb…

Video


“Medeniyetimiz isimlendirilirken başka unvanlar yanında “edep ve nezaket medeniyeti” de deniyor. Fakat, maalesef bugün iş, aile ve toplum hayatında kabalık ve kırıcılığın daha baskın olduğu görülüyor. Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu ve esasları nelerdir?

-Medenî kelimesi, sözlük itibarıyla, şehirli, şehirlilik, faziletli, terbiyeli, kibâr, umran insanı olma; yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve sanatta tekâmül etmiş cemiyet demektir.

-İnsan, önce yaratılışı gereği medenî bir varlıktır. Yani, mahiyeti itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılmış olup varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş veya olmanın yollarını aramıştır. Medenileşmeyi, insanoğlunun sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri, trenleri, transatlantikleri, tayyare ve feza gemileri, büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları, barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle özdeşleştirmek isteyenler, hattâ özdeşleştirenler var ise de, bunlar hayatın “modernize” edilmesinde birer vasıta olup, medeniyet, insan istidat ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsait bir iklim ve atmosfer, medenî insan da, bu iklimde, bu atmosferde duygu ve düşüncesi itibariyle inkişaf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır. Bu itibarladır ki medenilik, zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismanî refah unsurlarında, istihsâl ve istihlak (üretim ve tüketim) gibi bedenî duygu gayyalarında aranmamalı, belki görüş tarzı, düşünce sistemi ve ruh enginliğinde aranmalıdır.

-Medeniyet, edep ister: Edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:

“Edeptir kişinin daim libası / Edepsiz insan üryana benzer.”

(Edep insan için bir urba, bir elbisedir. Edepli olmayan ise, çıplak demektir.)

“Edeb bir tâc imiş Nur-i Hudâ’dan / Giy ol tâcı emin ol her belâdan.”

(Edep, bir taçtır. O tacı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edepli olmaya çalışmalısın.)

“Edeb ehl-i ilimden hâlî olmaz / Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.”

(Gerçek manada ilimle meşgul olanlarda mutlaka edep bulunur. Edepsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz.)

“Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep / Dediler ilim geride, illa edep illa edep.”

-Medeniyet; zenginlik, kibarlık, bedenî hazları tatmîn ve cismaniyetin sefahatlar içinde yüzüp gezmesi değil, gönül zenginliği, ruh nezaketi, görüş derinliği ve başkalarına hayat hakkı tanıyıp, onları da kabûl etmek demektir. Ama ne yazık ki, her ülkede bulunan bir takım yarı “aydın”lar, medeniyeti modernleşme ile özdeşleştirmiş, teknik imkân ve modern vasıtalara sahip olmayı medenileşme diye takdim ederek, nesillerin önce ifade ve düşünce tarzında yanılmalarında, sonra da çarpık ve bozuk düşünceleri zihinlerine yerleştirmelerinde, neticede din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültür alanlarında tam bir dejenerasyona uğramalarında etkili roller oynamışlardır. Oysa medeniyet, daima ilim ve ahlâkın atbaşı götürüldüğü iklimlerde boy atmıştır. Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevaperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrayinden ibarettir. Modernleşmeye hizmet eden tabiat ilimleri ve çeşitli fenlerde çok ileri olmak, vapurlar, trenler, uçaklar gibi modern seyahat vasıtalarına ve büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binalara sahip bulunmak, ancak düşüncede, davranışta, inanç ve hayatta istikamete ulaşmış ellerde medeniyetin birer vesilesi olabilir. Fertlerin medenî olmaları, onların, özlerinde bulunan iyi şeylerin nüvelerini geliştire geliştire ikinci bir fıtrat kazanmalarında aranmalıdır.

-Edep insanı ve nezaket toplumu olabilmenin yolu, yeniden kendi özümüze dönmemize bağlıdır. Biz kuyunun dibinde hayata gözlerimizi açtığımız ve iyiyi, güzeli, mükemmeli göremediğimizden dolayı, nasıl bir hal içinde bulunduğumuzu da tam olarak kestiremiyor ve neyin edep neyin de edep dışı olduğunu anlayamıyoruz. İşte o kuyudan kurtulmamızın yolu, asıl kaynaklarımızla beslene beslene özümüze dönmemizden geçmektedir.

Soru: Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum. Bana hiç itapta bulunmadı.” buyuruyor. Hem İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz’e hem de Hazreti Enes’e bakan yönleriyle, bu ifadenin bize verdiği mesajlar nelerdir?

-Bütün peygamberler gibi, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de mehâsin-i ahlâkı (ahlak ve huy güzelliklerini) bütün fakülteleriyle ikâme etmek ve insanları mesâvi-i ahlâktan (ahlaksızlık ve çirkin huylardan) sakındırmak; Hazreti İmam-ı Gazalî’nin ifadesiyle, münciyâtı (kurtaran, felaha götüren amelleri) hâkim kılmak ve mühlikâtın (helak eden, felakete sürükleyen hususların) kökünü kesmek için yapılması gerekenleri ortaya koymuştur. Nitekim, İslâm’ın koruyucu zırhı hükmünde olan ve dinin ayakta durabilmesi için insanlar arasında daima canlı tutulması gereken esasların birincisi, “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”dir; yani, sürekli iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Başka bir ifade ile, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, Kur’an ve sünnete uygun düşen söz, amel ve davranışları öğütlemek; haram ve günahlardan, Allah’ın razı olmadığı ifade, fiil ve tavırlardan da sakındırmaktır.

-“Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” meselesinde “usûl” kadar üsluba da dikkat edilmelidir. Karşı tarafın hissiyatının hesaba katılması ve neyin nasıl sunulması gerektiğinin tesbit edilip meselelerin o şekilde anlatılması çok önemlidir. Şayet üsluba dikkat edilmezse, usule de zarar dokundurulmuş olur. Mesela, “Kur’an Allah’ın kelamıdır” hakikati üslubunca anlatılmazsa öyle bir tepkiye sebebiyet verilir ki, eğer muhatap bir kafir ise, onun kafir-i mütemerrid olmasının yolu açılır.

-İnsanlar medenî değilse, şehir ne kadar mamur olursa olsun, oraya medenî denmez. Eski ismi Yesrib olan Medine, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) ve Ashab-ı Kiram sayesinde gerçek medine olmuştur ve medeniyet ruhu oradan bütün cihana yayılmıştır.

-Peygamber Efendimiz Medine’ye teşrif buyurunca Hazreti Enes’in annesi Ümmü Süleym (radıyallahu anha) Rasûlullah’a bir şey hediye etmek istemişti: Oğlunun Allah Rasûlü’ne hizmet etmesini kendi yanında kalmasına tercih ediyordu. Hem Enes’in Rasûlullah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu. Hazreti Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü; “Yâ Rasûlallah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından din yolunda hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Enes (radiıyallahu anh) o günden Peygamberimizin (aleyhissalatü vesselam) ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar O’nun mukaddes hizmetinde bulundu; ilim ve feyzinden istifade etti.

-İnsanlığın İftihar Tablosu, insanların inanmayışı karşısında “kutsal hafakan” yaşıyor; birbirini takip eden Bedir, Uhud, Hendek gibi cihad meydanlarında Müslümanların çektiği sıkıntılar gibi hafakana sebebiyet verecek bir sürü hadiseyi göğüslüyordu. Fakat, her şeye rağmen, Peygamber Efendimiz kendi içindeki o duyguları bastırma konusunda iradesinin hakkını vermesinin yanında, Ashab-ı Kirâm için tansiyon indirici bir ilaç gibi olan sözleri ve nefehatıyla onları da sakinleştiriyor ve rahatlatıyordu. Onca olumsuz vakıa karşısında bile hep mülayemet, hep güleryüz ve hep tebessüm sergiliyordu.

-Allah Rasûlü’nün muhatapları tohumken ağaç olmaya yürüyen, vahiy ile beslene beslene büyüyerek kıvama eren insanlardı. Bu açıdan da bazen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hoşuna gitmeyen şeyler yapmaları da kaçınılmazdı. Fakat, “Beni Rabbim terbiye etti; terbiyemi ne de güzel yaptı!..” buyuran Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, o yüce ahlakıyla muhataplarının hatalarını görmezden gelir, engin hazım sistemiyle sindirir ve yüzünü bile ekşitmezdi. Hiç kimseyi kaçırmama adına her şeyi sinesine çekerdi. İşte, Hazreti Enes de “Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) on sene hizmet ettim; yapmadığım bir şeyden ötürü ‘Niçin yapmadın?’, yaptığım bir işten dolayı da ‘Neden yaptın?’ dediğini hatırlamıyorum.” sözüyle bu hakikate işaret etmektedir.

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, herkesi yerinde tutmak ve dinde sabit kılmak için bazen en olumsuz hadiseler karşısında bile sabrediyor ve mülayemetle muamelede bulunuyordu. Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğini de gösteren şu canlı misalle bizim için de bir ölçü ortaya koyuyordu: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Rasûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Rasûlü’nü sever.” buyurdu.

-Nâbî bir büyüğü ve etrafındaki insanları vasfederken der ki:

“Değildir hâle çıkmış cami içre kürsi-i vâzâ / Gürûh-u encüme nûr ayetin tefsir eder mehtâb!”

(Gördüğünüz cami kürsüsünde nasihat eden bir vaiz değil, etrafına topladığı yıldızların ortasında bir mehtap gibi parıldayan, nur ayetini o nurlu topluluğa tefsir eden Nur İnsan!) Aslında bu sözler en çok Hazreti Sâdık u Masduk Efendimiz’in ve çevresindeki Ashâb-ı Kiram’ın hallerini tasvire yakışmaktadır. Evet, o Nur İnsan (aleyhissalatü vesselam), nur halkasından bir damlacık ışık kopup gitmemesi için en katlanılmaz hadiseleri sindirmiş; içi içine sığmamış, kendi kendini yemiş ve kaçırmamak için adeta ölüp ölüp dirilmiştir.

Edep bir tac imiş nür-u hüda’dan
Giy o tacı emin ol her beladan.

İlim meclisine girdim kıldım talep,
İlim ta geride kaldı,illa edep illa edep

Edep iledir nizam-ı alem,
Edep iledir kemal’i adem.

Edep ehli ilimden hali olmaz,
Edepsiz ilim okuyan alim olmaz.

Edeptir kişinin daim libası,
Edepsiz kişi üryana benzer

Olmayınca ihlas edep
Neylesin medrese mektep,
Ne kadar alim olsa da,
Yine merkep,yine merkep

TAKVA


يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurat;13)

Takva , korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. Muttaki, takva üzere yaşayan mü’min demek olur.

Takvâ, menhiyattan (dinen yasak olan şeyler) ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer (zarar veren şeyleri uzaklaştırmak), celb-i nef’a (fayda veren şeyleri tercih etmek) râcih (üstün) olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır…”

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır. 

Kur’an-ı Kerim’de takva kavramı üç mertebede zikredilmiştir:

1– Ebedî olarak cehennem azabından korunmak için Allah’a ortak koşmaktan, küfür ve nifaktan korunarak kâmil bir imana sahip olmak:
Fetih Sûresi’nin 26. âyetinde geçen takva kelimesi ifadesi bu anlamdadır: “Allah da, Rasûlüne ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva kelimesine bağladı.”

Âyette geçen takva kelimesi; kelime-i şehâdet, kelime-i tevhiddir. Nitekim Hz. Peygamber takva kelimesini, “lâ ilâhe illallah= Allah’tan başka ilâh yoktur” diye tefsir etmiştir (Tirmizî, Tefsir, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/138).

2– Kişinin iman sahibi olduktan sonra büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendisini alıkoyarak emredilen farzları ve diğer dinî vecibelerini yerine getirmesi, günahlardan/haramlardan ve diğer yasaklardan kaçınması:

Bu hususla ilgili olarak A’raf Sûresi’nin 96. âyetinde: “Kendilerine peygamberler gönderdiğimiz memleketlerin halkı iman etseler ve takva sahibi olsalardı elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar peygamberlerimizi ve âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları işledikleri günahlar sebebiyle cezalandırdık.” buyruluyor (Ayrıca bakınız: Bakara, 2/103 ve Âl-i İmrân, 3/179).

3– İnsanın bütün benliği ile Allah’a yönelmesi, kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durması (mâsiva)dır. Takvanın en üst derecesi budur.

Bu hususla ilgili olarak Âl-i İmrân Sûresi’nin 102. âyetinde: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” buyrulmaktadır (Ayrıca bakınız: Teğabün, 64/16).

Takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmünde olan yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaşayan biz müslümanların onun hoşnutluğunu kazanması takva ve salih amele bağlıdır.. Bu yoldan bizi alıkoymak isteyecek insi ve cinni şeytanlar karşımıza çıkacaktır.Onları razı etmek hedefimiz değildir.Çünkü, takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir.

Takva’da On Temel İbadet

Cenab-ı Allah’ın halife olarak yarattığı insandan istediği en erdirici kulluk görevi, takva sıfatlarına sahip olmasıdır. Hz. Peygamberimiz bu gerçeği “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın” hadisiyle belirlemiştir. Olgunlaşma ve kemale erişim mutlak yolu, ilahi ahlaklanma olan takva yaşamından geçer. Allah’u Teala’nın dostluğuna bu özelliklere sahip olmakla erişilir.

Takva yaşamı; nefsin kötü sıfatları olan yalancılık, şirk, kibir, alaycılık, cimrilik, kıskaçlık, öfke vs.’den tamamı ile kurtulmak için; 1) İnfak ve Sevgi, 2) Namaz, 3) Zekat, 4) Af edici ve Dileyici olma, 5) Sabır, 6) Oruç, 7) Muhsin olma, 8) Ahde Vefa, 9) Adalet ve Dürüstlük, 10) İlim gibi sıfatlara bürünmekle elde edilir.

Böylece kul; takva özelliklerine kavuşma oranında, nefsin kötü sıfatlarını da disipline ederek onlardan kurtulmaya başlar.

Kötü nicelikler, Cenab-ı Allah’ın istediği ilahi özelliklere bürünmeden nefsi asla terk etmez. Takva sıfatları kazanıldıkça, kötü sıfatlar kulu bir bir bırakmaya başlar. Kemal mertebesinde de tam arınıp yücelerek kurtuluşa ve mutluluğa erişilir.

Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır. Böyle nimetlere erişmek için biz de onlardaki özellikler olan takva yaşamı ile hayatımızı tazim etmeliyiz. Ancak bu şekilde sonsuz mutluluk ve kurtuluşu elde edebiliriz.
“Gerçekten takva sahipleri, cennetlerde ve pınar başlarındadır.” (51/15)