Takkeci İbrahim…


Topkapı’da mütevazı bir hayat süren Takkeci İbrahim Çavuş, ördüğü takkeleri satıp zar zor geçinen kalbi tertemiz bir gönül eri.

Bütün derdi, bir cami inşa edip, Allah’ü teâlânın rızasına erişebilmek. Hep bunun hayali ile yaşıyor, her konuşmasında hep bunu dile getiriyor.
Fakat kimse inanmıyor.
Alaylı bir şekilde hangi parayla cami yaptıracağını soran kimselere ise Takkeci İbrahim daima şu cevabı veriyor: “İhtimaldir padişahım, belki derya tutuşa!”
Gel zaman git zaman, İbrahim Ağa bir mübarek gece ibadetle meşgul olurken uykuya yenik düşer. Fakat bir süre sonra kan ter içinde uyanır. Rüyasında nur yüzlü mübarek bir zat der ki: “Bağdat’a git, orada iki salkım üzüm rızkın var, onu ye ve dön!” Hemen o gün Bağdat’a gitmek üzere yola koyulur. Hikmetini, üzümü bulup bulamayacağını düşünmez bile.

Aylar süren, bin bir türlü zahmetli yolculuktan sonra nihayet Bağdat’a varır ve bir hana yerleşir. Yorgun, bitkin ama ümidinden bir şey kaybetmiş değildir. Heybesindeki kurumuş ekmeği çıkarıp yemek için, hancıdan biraz su ister. Bu sırada çardaktaki asma ve asmadaki dökülmekte olan yapraklar arasındaki iki salkım üzüm gözüne takılır. Hancı su ile beraber kendisine acıyıp asmadaki iki salkım üzümü kopararak ekmeğine katık yapması için önüne koyar.

İki salkım üzüm bitince, uzun yolculuğun yorgunluğunun bir anda üzerinden kalktığını hisseder.

Emri yerine getirmenin verdiği gönül rahatlığı ile geriye dönebilirdi artık… Bu sırada hancı yanına gelip nereden gelip nereye gittiğini sorar. Takkeci İbrahim de saf bir şekilde anlatır rüyasını.

Daha rüyası bitmeden hancı basar kahkahayı:
– Be akılsız adam, bir rüyaya bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masraf yapılır mı?
Bana kaç defadır rüyamda; “İstanbul’da Topkapı’da Takkeci İbrahim Çavuş’un evinin bahçesindeki kuyunun yanındaki büyük taşın altında bir küp altın gömülüdür, git altınları al” derler.
Ben de, “Bu rüyadır” derim, hiç üstünde durmam. Sen ise iki salkım üzüm yemek için İstanbul’dan Bağdat’a gelmişsin. Allah akıl, fikir versin!
Takkeci İbrahim Çavuş mesajını almıştır artık… Hemen İstanbul’a döner ve bahçesindeki altın dolu küpü çıkarır topraktan. Kendi kendine de, “İşte derya tutuştu!” diye mırıldanır.
Bugün hâlâ “Takkeci Camii” olarak anılan tarihî şaheseri inşa eder. Mütevazı kabri de caminin kıble istikametinde müezzin evinin bahçesindedir.Görsel

Türkler hayatından memnun değil – NTVMSNBC


40 ülkede araştırma yapıldı; Türkiye ‘memnuniyet listesi’nde 32. sırada yer aldı. Çalışma saatlerine göre de Türk insanı daha çok çalışıyor.

Paris merkezli Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin ‘How’s life’ (Hayat nasıl) raporu, 40 ülkede yürütülen araştırmalar sonucunda insanların yaşamlarından memnun olup olmadığını tespit etti.
Mutluluk ve refah derecelerini ortaya koyan raporda, Türkiye memnuniyet sıralamasında 32. oldu.
OECD 11 kriter üzerinden hareketle; gelir, barınma, sağlık ve iş-ev dengesi gibi insanların yaşam kalitelerini ortaya koyacak sorular sordu. Araştırmaya göre, insanlar için en önemli mutluluk kriteri gelir olarak tespit edildi. Bunu sağlık, temiz çevre ve güvenli yaşam çevresi izliyor. Ancak rapora göre, yüksek gelir her zaman iyi yaşam demek değil.

OECD, raporu şöyle özetliyor:
“İnsanlar giderek zenginleşirken ve iş olanakları artarken; daha iyi şartlarda barınmak, hava kirliliğinde uzaklaşmak istiyor.
İnsanlar giderek daha uzun yaşıyor, daha eğitimliler ve suç oranları azalıyor.”

İşte, “İşinizi seviyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Çocuklarınıza yeteri kadar vakit ayırabiliyor musunuz? Komşularınıza güveniyor musunuz? Genel olarak hayatınızdan memnun musunuz?”
gibi soruların sorulduğu raporun sonuçları:

Katılımcılara hayatlarından memnun olup olmadıkları sorulduğunda Danimarka en olumlu cevabı vererek ilk sırayı aldı. Kanada 2., Norveç 3. olurken Türkiye 32. ve Çin son sırada yer aldı.
Katılımcılara “Bugün nasıl hissediyorsunuz” sorusu sorulduğunda Türkiye en az olumlu cevabı vererek sonuncu oldu. Soruya en olumlu cevabı veren ülke Danimarka oldu. 2. sırada İzlanda ve 3. sırada ise Japonya var.
Politikada aktif olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya ve Danimarka başta geliyor. Bu ülkede yaşayanların yüzde 60’ı bir politikacıyla iletişim kurduğunu, bir imzaya veya protestoya katıldığını belirtti. En az aktif olanlar ise Türkler, Portekizliler ve Ruslar. Türkiye bu sırada sonuncu oldu.
Yeşil çevre olmamasından şikayet edenlerin başında İtalya ve Türkiye geliyor. Türkiye listede 2. sırayı aldı. Bu ülkedekilerin üçte biri yeşil alanın az olmasından yakınıyor. Finlandiya, Danimarka ve İsveç ise şikayetçi değil.

Ülkeler arasında en fazla çalışan ülke Türkiye olarak belirlendi. Son sırayı ise Hollanda aldı.

İşe gitmek için harcanan süre ortalama 38 dakika olarak belirlendi. Türkiye’de ise bu süre 40 dakika veya daha fazla. Türkiye işe gitmek için en fazla süreyi harcayan 3. ülke oldu. İlk sırada Güney Afrika yer aldı.

Okul çağında çocukları olan annelerin çalışma oranları ise yüzde 24 olarak belirlendi. Bu listede Türkiye sondan 3. oldu. İlk sırada olan ülke ise Almanya.

Katılımcılara ülkedeki havanın temizliğinden memnun olup olmadıkları sorulduğunda Türklerin yaklaşık yüzde 70’i olumlu cevap verdi. Hava memnuniyeti sıralamasında Türkiye sondan 10’uncu oldu. Suyun temizliği sorulduğunda ise, Türklerin yaklaşık yüzde 65’i memnun olduğunu söyledi. Ancak Türkiye sondan 3. sırada yer aldı.

İş yeri çalışma ortamından memnun olup olmama konusunda ise; Danimarka, Norveç, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Almanya’da her on kişiden dokuzu işinden hoşnut olduğunu belirtti. Türkiye’de her iki kişiden biri, Yunanistan’daysa her üç kişiden ikisi çalışma ortamından memnun. Türkiye çalışma ortamından en az memnun olan ülke oldu.

Somalili çocukların organları böyle çalınıyor!


Somalili çocukların organları çalınıyor! Her uçak en az dört “organ çantası” ile kalkıyor, BM izliyor.

Tarih 19 Ağustos… Saat 10: 10 ile 10: 15 arası… Bu fotoğraflar Somalili mültecilerin yaşadığı BM kamplarında çekildi. Havalimanında titizlikle korunan 4 soğutucu çantanın içinde ne vardı? Araçların arkasına gizlenen çantaların fotoğraflandığını gören BM çalışanları panikliyor.

Dadaab kampında çadırlar arasında dolaşırken bir babanın “Çocuğumu hastaneye gönderemem, zaten birini gönderdim cesedi çıktı, diğerine kıyamam” sözleri adeta beynimde şimşeklerin çakmasına neden olmuştu.

Yapılacak iş hastaneleri ziyaret etmekti. Öyle de yaptım. İlk durak Degahley’deki MSF’nin (Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü) hastanesinden işe başladım. Kapı etten duvar. Bir dayak yemediğim kalıyor. MSF’nin merkezine yöneliyorum. Tüyleri yeni bitmiş bir delikanlıya hastaneyi ziyaret etmek istediğimi ancak muvaffak olamadığımı anlatıyorum. Onun tepkisi hastanedekilere rahmet okutturacak cinsten; “Bana bak biz burada oyun oynamıyoruz. Safari de yapmıyoruz. Ciddi işler yapıyoruz. Öyle her aklı esen hastaneye giremez.” “Yanımdaki doktor girsin” teklifimi de reddediyor, BM’yi adres gösteriyor. Bizim hastanede neyi görmemizden endişe ediyordu. Dünyanın neresinde bir doktor ya da gazetecinin hastaneye girmesi kimi ne şekilde rahatsız edebilirdi. Bu defa BM temsilcisine bir haber uçuruyoruz. Biz hastaneleri ziyaret etmek istiyoruz. Eğer giremezsek…

ÇANTALARI SAKLADILAR

Bir gün sonra 12.00’de Hagadera’daki hastanedeyiz. Bildiğiniz görüntüler. Paspaslı amcalar işbaşında. Morgu görme talebimiz reddediliyor. 15 dakika sonra kapının önündeyiz. Bu defa BM’nin hastanelerindeki bu tip olayları araştırmaya başlıyorum. Sağolsun Google bu konuda oldukça cömert ve müzevir… Sıralamaya başlıyor. “Kosova’da organ kaçakçılığı, BM soruşturma izni vermiyor”, “Irak’ta organ kaçakçılığı arttı”, “Haiti’de BM görevlilerinin organ kaçakçılığı yaptığı anlaşıldı”, “Somali’de 1993 yılında Mogadişu havalimanına inen 18 doktor organ kaçakçılığı yaptıkları gerekçesiyle kurşunlanarak öldürüldü”, “Pakistan’da BM görevlileri saldırıya uğradı”…. örnekler birbirini takip ediyor.

Bulunduğum yerin çok yakınında BM’ye ait bir havalimanı var. Uçakların biri iniyor diğeri kalkıyor. Kamptaki mevzumuz yine aynı konu. O arada Avrupa Birliği İnsani Yardım uçağı kampın üzerinde alçalmaya başlıyor. Ardından bir başka uçak daha. Kamptakilerden biri, “İşte uçak iniyor. Gidin havalimanına bakın kargo uçağı değil” diyor.

Gidelim bakalım… Uçağın inişi ile birlikte 6 arazi aracı uçağın kuyruk kısmına yanaşıyor. Ömrümün çoğu havalimanlarında geçti. Çalışan bir uçağın motor kısmına aracın park ettiğini görmedim. Elimdeki iki fotoğraf makinesini de hazır hale getiriyorum. Araçların kapılarının açılıp yolcuların uçağa binme hazırlıkları ile birlikte an be an fotoğraflamaya başlıyorum. Tarih 19/08/2011 saat 10:10 ile 10:15. Ellerde kırmızı, mavi çantalar. Hepsi de soğutucu çantalar. Köy minibüsü olsa diyeceğim ki içinde soğuk su, kola falan var. Ama uçakta hepsinden istemediğin kadar zaten var. Aşı da olamaz. Zira aşılar bu çantalarla taşınmıyor. (Fotoğrafları ilgili yerlere gösterip onay aldığım için bu kadar net yazabiliyorum) Fark edilmem uzun sürmüyor. Perdeleme başlıyor. İki çanta araçlardan birinin arkasına gizleniyor. Diğerleri ise kalabalığın arasında kayboluyor. Arka tarafa dolaşıyorum. Tel örgülerin, çalıların arasından üç dört kare fotoğraf alıyorum. UN’nin aracı ile adeta saklambaç oynamaya başlıyoruz. El kol hareketleri işin tadını kaçırıyor. Araca biniyorum. Bu defa tel örgünün bir tarafından onlar bir tarafından biz parelel şekilde hareket ediyoruz. Şoför durumu fark edince onlar havalimanının içinden çıkamadan kaçmaya başlıyor. Makinelerdeki disketleri çıkarıp aracın muhtelif yerlerine gizliyoruz. Dadaab’ın tozlu sokaklarında izimizi kaybettirmeyi başarıyoruz.

KORKUDAN KONUŞAMIYORLAR

Akşam saatlerinde kamplara haber gönderiyorum. Böyle bir fotoğraf aldık, endişelerimiz var. Sizlere birtakım sorular sormak istiyorum diyorum. Sabah birkaç kişi geliyor. Fotoğraf ve görüntü almamak kaydıyla konuşmaya razı oluyorlar. Ş.Y., “Hastanenin morgunda bir yakınımızın cenazesini gördüm. Göğüs kafesinden göbeğine kadar, göbeğinden de iki yana 15-20 santimlik yarık vardı. Doktorlara sordum, ‘doku örneği aldık’ dediler. Sonra cesedi kefenleyip verdiler” diyor. Bir başka kişi ise “cenazelerimizi biz yıkamak istiyoruz vermiyorlar. Adeta paketleyip teslim ediyorlar” diyor. Morgdan fotoğraf alabilir misiniz? teklifime ise korku dolu bir cevap veriyorlar. “Maalesef yapamayız. Bu işin açığa çıkması halinde burada en iyi ihtimalle barındırılmayacaklarını söylüyorlar. Hasteneden bir doktora ulaşıyorum, o da konuşamayacağını belirterek, “Ben bir şey görmedim, duymadım bilmiyorum. Başkaları ile konuş” diyor. Başkaları ile de konuşuyorum. Hepsi aynı cümleleri kuruyor.

Şimdi birilerinin Nairobi-Dadaab arasında günde birkaç sefer yapan küçük uçakların ne taşıdığını incelemesi ve yolcuların profilini ve nerelerde çalıştıklarını ortaya dökmesi gerekiyor. Yoksa cevap bekleyen soruların ve BM’ye yönelik ithamların ardı arkası kesilmeyecek!

BM havaalanına her gün, organ taşıdığı tahmin edilen özel jetlerin biri iniyor biri kalkıyor…

İŞTE CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Kamplarda görünmeyen bu kadar insan üstelik de günde birkaç küçük uçağın geldiği havalimanını hangi amaçla kullanıyor?

Soğutucu özelliği olan çantalarla organ değilse ne taşınıyor? Ya da içinde bir şey olmayan çanta niye gizleniyor?
Çantaların fotoğraflanması kimi niye rahatsız ediyor?

Hastanelere giden cesetlerden hangi amaçla doku örneği alınıyor. Bu örnekler nerede kullanılıyor?

Bir doktor ya da gazetecinin hastaneye girmesi niye engelleniyor?

21 yıldır var olan üstelik de dünyanın en büyük mülteci kampı olarak bilinen bir mekandaki sağlık istatistikleri niye yayınlanmıyor?

Cenazeler niye kefenlenmeden sahiplerine teslim edilmiyor?

Hastaneler neden bazı doktor örgütlerinin haricinde başka doktorlar tarafından işletilemiyor?
Neden BM’nin girdiği her bölgede bu tip olaylar oluyor ve her seferinde soruşturulmasına izin verilmiyor?

Kargo uçağı inmesi gereken alana neden küçük uçaklar iniyor?

Neden UNICEF çocuk ölümlerini mercek altına almıyor?

Bugüne kadar hastanelere giden ve tedavi edildikten sonra taburcu edilen kaç hasta var? Kaç hasta hayatını kaybetti? Ne gibi operasyonlar yapıldı?

Neden kriz bölgesi Somali olmasına rağmen açlıktan ölmek üzere olan insanlar 300-550 kilometre arası yolu yürüyerek Kenya’daki bu kamplara ulaşmak zorunda?

Dünyanın her yerinde savaşta dahil olmak üzere doktorlar dokunulmazlık zırhına sahipken bu insanlar neden Somali yerine Kenya’da faaliyet gösteriyorlar.

Havalimanındaki o araçlar hangi örgütlere ait?

Türkiye

Çok Şükür – SOMALİ


Tarih 4 Ağustos 2011,
Bir Cuma arefesi,
Arefesinde televizyonların insanların bilinç altına ittiği SOMALİ manzaraları artık gazetelerde yazıya dökülmüştü,
Tüm ülke bir yandan Ramazan’ın kavurucu sıcaklara denk gelmesinden şikayetçi iken bir yandan ne oluyoruz ya, nereden çıktı bu SOMALİ şimdi mırıldanmalarına başlamıştı…

Nerede ise 21 gün oldu…
Yaklaşık 21 gün önce başlayan komşusu aç iken tok yatan sözü üzerine bina edilmiş Somali yardım kampanyaları,
Sanki mehteran başının “Ya Allah” demesi ile başlamış bir koşuşturma…

21 gündür paralar akar, yardımseverler coşar iken, ünsüzler ünlenir, ünlüler takdir belgelerini çerçeveletirken…
bir iki kişiden başlayıp çoğunluğun nidası haline dönüşen sürdürülebilir/uzun vadeli yardım projeleri artık somut adımlar ile perçinlenmeye başlamıştır.

Artık akan paralara, giden gıdalara ilaveten,
Ağaç dikelim, sondaj çalışmalarının sayısını arttıralım, tahıl ambarı kuralım gibi eklentiler başladı,
Üretelim, ürettirelim denildi ve tohum gitti, fide gitti, emek gitti say gitti,
Çok şükür niyet halis, enazından uzun vadede birşeyler mevzu bahis…

Peki tüm bunları bu insanları köleleştiren,
ellerinde avuçlarında ne varsa alan ve kursaklarındaki heveslerini bile söküp şu anda bir yerlerde pusuya yatanları,
kim zaptedecek?

Başlarına bir de asker mi diksek dedirtiyor bu düşünce ama…
Ne çare?
Hey hat, ne olacak 5 ay sonra,
15 ay sonra?

Medeni insanlar sizce medeniyetlerini aşılamaya devam edecekler mi?
Sizce huylu huyundan var geçer mi?

Tüm bunlar muamma.
Fakat bir gerçek var ki Türkiye’de toplumsal hafıza 21 gün…
Dün ilk haberden bu yana 20 dün doldu,
Bugün ise son gün…

SOMALİ’yi unutmadan bir yardım da siz gönderin,
fakat emin elden olsun,
uzun vadelisinden olsun,
Bilin ki o yardım anlık memnun etmesin, ilelebet güldürsün…
Her nekadar  %70’i korsanlara (medeni insanların gönül elçilerine) gitse de o yardımların,
Siz usanmayın!

Bu gün Somali ile ilgili yazının sonuna geldik artık.
E Ramazan’ın da sonuna yaklaştık,
Umarım bu ay bitince umarım SOMALİ’yi de bitirmeyiz…

KaDu

Demiryolu Hikayecileri – Oğuz Atay


Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu
istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç
kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı
yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk.
Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikayeciler) uyuyarak gece
ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız
düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu’ sözüyle
alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye
veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.
Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
de istasyon binası için ayrılan la,,alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon
şefi gülerek, “memur hikayeciler” diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikayecilersiniz diyordu
istasyon şefi bize. Aslında ben memeur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda’
olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak
bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler
yazıyorduk ve bir iki günlük modası geömiş hikayeleri uzattığımız zaman
yolcular yüzlerini buruşturarak, “Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?”
diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.
Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
isatsyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara `peron’
denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önceyük vagonlarına çarpıyorduk
telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.
Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara
sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına bşrkaç kuruş vererek yolcuları
bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
Bunlardan bazılarıylailişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
kopyalardan olmak şartıyla: İnce kağıttan olduğu için sigara sarıyordu
hikayelerimize.
Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satşlar iyi gitmişse, yiyecek
satıcılarına hikayelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı).
Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor
yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.
İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
toprakları içinde yazlıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim
durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
Bizim durumumuzu düzeltecek, bize deistasyon toprakları içinde şerefli bir yer
verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan
kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.
Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu.
Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse
zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.
Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri
ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
olarak hazırlanmı gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
bulmuştuk ve henüz yatklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz -genç
kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize ktu
gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları
ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikayeleri,
paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.
Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım,
uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
rayların arasında sıkışıp kalmış kulubemde yazmış olduğum bir günlük
hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç
kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden
geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de
hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de
ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
hikayeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.
Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi,
dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaçmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.
İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
hikayelerine yardım etmek zorundaydım.
Düşücemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi
hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi
bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.
Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır
birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı
bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri
hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon
şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek
belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
alıştım.
Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye
yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime
yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.
Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce
ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
-bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
bildirmek için.. neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden
birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu.
Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
önce- kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
unutuyordum.Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
-bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla
birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de
dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
tabii- istasyondan ayrılmıştı.
Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti.
Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hhepsini
yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum -çünkü
yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
bunlar önemsiz ayrıntılar.
Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakklandan utandığım
için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.
Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?