Bilginin üç mertebesi…


Bilginin üç mertebesi vardır. Bunlar, İlme’l-Yakîn, Ayne’l-Yakîn ve Hakka’l-Yakîn.

Marifetullah’da da bu üç mertebe carîdir. İlme’l-Yakîn: İlim ile bir şeyi bilmek ve tanımaktır. Bu bilgi kesinliği ispatlanmış olan bilgidir. Kesinliği delillerle ispat edilmeyen şeye bilgi denmez, malumat denir. Bilginin yakîn mertebesi kesin bilgidir.Ayne’l-Yakîn: Gözle görerek bilmek anlamında bilginin ikinci mertebesidir. Gözle görme ve algılama yakîn mertebesinde olursa kesinlik ifade eder. Aksi takdirde göz yanılması gibi gerçek olmayan algılamalardır.Hakka’l-Yakîn: Bir bilginin hakikatine erme hadisesidir. Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği olan bu mertebenin de çok mertebeleri vardır. Bu bilginin de yakîn mertebesine ulaşması ile kazanılan kesin bilgidir. Bu mertebe bilgiyi yaşama, hakikatine erme ve şüpheye yer bırakmadan işin doğrusunu anlama mertebesidir.

Kur’ân-ı Kerimde “İlme’l-Yakîn” ve “Ayne’l-Yakîn” ifadeleri Tekâsür Suresinde arka arkaya geçmektedir. Yüce Allah bu surede Kabir ve ahiret hayatını anlatmaktadır. Dünyanın insanı aldattığını ihtar etmektedir. “Çokluğunuzla övünmeniz sizi aldattı. Ta kabre varıncaya kadar. Dikkatli olun! İleride bileceksiniz. Sonra ileride daha iyi bileceksiniz. Keşke, İlme’l-yakîn bilmiş olsaydınız. Cehennemi göreceksiniz. Sonra ayne’l-yakîn görerek bileceksiniz. Sonra o gün dünyadaki nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür, 102:1–8)Hakka’l-yakîn terimi ise “İnkâr edenlerin kaynar suların bulunduğu, cehenneme kesinlikle girecek, hakka’l-yakîn kesinliğinde görecektir.” (Vakıa, 56:92–95) “Bu Kur’ân-ı Kerimin bilgileri hakka’l-yakîn mertebesinde kesin bilgileri muhtevidir” (Hakka, 69:51) ayeti ile sabittir.

Bilgi aklî kesinliğe ulaşırsa İlme’l-yakîn, tecrübeye dayanırsa ayne’l-yakîn, içselleştirerek bizzat yaşanırsa hakka’l-yakîn mertebesine çıkmış olur. Duyarak, okuyarak kazanılan bilgi ilme’lyakîn bilgidir. Sem’iyyat olarak adlandırılan bilgi kesinlik kazanırsa ilmî bilgidir. Duyduğu şeyi bizzat görerek bilgi sahibi olursa buna ayne’l-yakîn mertebesine ulaşır. Bizzat yaşanan bilgi ise hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış olur.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Hz. Üzeyir’in (as) yüz sene uyuyarak dirilmesini ve merkebinin dirilmesini görmesini örnek verir. (Bakara, 2:259) Yine İbrahim’in (as) kalbinin tatmini için ölüleri diriltmeyi göstermesini istemesi de hakka’l-yakîn bilgiye örnektir. (Bakara, 2.260)

Sadece işitmeye dayanan taklidî iman İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerine çıktıkça tahkik-i imanda terakkiyi netice verir. İmanda ve Marifetullah’da da İlme’l-yakînden hakka’l-yakîne kadar mertebeler olduğu gibi, hakka’l-yakînde de binlerce mertebeler vardır. İman hakka’l-yakîn mertebesine ulaşırsa daha selbedilemez bir dereceye gelir. Sadece akıl ve duyguda kalmaz ruha ve sırra ve insanın bütün duygularına sirayet eder.

Bediüzzaman’ın izahlarına göre çabuk şüphelere mağlup olan taklidî imana mukabil tahkik-i imanın pek çok mertebeleri vardır. İlme’l-yakîn mertebesi birçok delillere ve burhanlara dayanarak imanda terakki etme sürecidir. Ayne’l-yakîn mertebesi ise kâinatı bir kitap gibi okuma derecesine insanı yükseltir ve bunun da binler mertebeleri vardır. Tüm varlıklarda Allah’ın isim ve sıfatlarını ve şuunatının tecelliyatını müşahede eder. Kendi içinde binler mertebesi bulunan Hakka’l-yakîn mertebesi ise sahibini pek çok yüksek makamlara yükseltir.

Bediüzzaman 17. Lem’anın 10. Notasında “Gafletten tecerrüt ederek marifet-i ilâhiyenin nurlarına müteveccih olan bir mü’minin Allah’ın ayetlerini temaşa ederken kendisine görünen her bir delili ve nuru tenkit ve tereddütle karşılamak yerine onlara müteveccih olmalı” der. Marifetullah’ın şahitlerini üçe ayırır. Birincisi “Su” gibi görünen ve hissedilen ama parmaklarla tutulmayan delillerdir. İkinci kısmı “Hava” gibi hissedilen; ama görülmeyen ve tutulmayan delillerdir. Bu nevi deliller ise ruh ile ona yönelmekle kazanılan delillerdir. Üçüncü kısım ise “Nur” gibi görünen ama tutulmayan ve hissedilmeyen delillerdir ki buna karşı ancak kalp gözü ile bakılınca ve ruh ve kalb ile yönelince kendi kendine gelen marifet nurlarıdır. Ancak basiret nurları ile avlanabilen delillerdir.

Marifet nurları akıl, ruh ve kalple kazanıldığını ifade eden Bediüzzaman bunların “hakka’l-yakîn” mertebesine ulaşan bir “Arif-i Billah”ın marifet mertebelerinde terakki ve tekâmül aşamaları olduğu anlaşılmaktadır.

Bu konuda “Zühre” namındaki çiçek, Kamere âşık canlı bir “Katre” ve Güneşe bakan “Reşha”yı misalleri ile açıklamıştır. Zühre nefse, katre akla, reşha ise kalbe benzemektedir. Bu da üç tabaka ehl-i hakikat olan ehl-i ilim ve felsefe, kalb yolu ile terakki edeni ve ehl-i fikir, ehl-i velayet ve ehl-i nübüvvete işaret etmektedir.

Birincisi: Zühre namındaki bir çiçek: Enaniyeti bırakmayan ve istidlal yolu ile akıl, hikmet ve marifetle hakikati aramaya giden, iman ve Kur’an ile fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk giden, ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin aralarındaki fikrî ve ilmî ayrılıklarına işaret etmektedir. Çiçek gıdası ve ışığını sebeplerden alır. Bu “İlme’l-yakîn” mertebesini bir derece ifade eder.

İkincisi: Kamere âşık olan Katre: Cismânî cihazlarla çalışan ve hakikate giden, nefsi temizleyerek, ıslah ederek aklı kullanarak mücahede ile hakikate gidenleri ve kalbin tasfiyesi ile iman ve teslimiyetle hakikate gidenleri ifade eder. Kamer, yani ay ışığını güneşten alır. Işığı kendisinden değildir. Görevi yansıtmaktır. Bu da “ayne’l-yakîn” mertebesinin bir yansımasıdır.

Üçüncüsü: Reşha namı verilen ve doğrudan güneşten ışığı alanlar: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet ve ehl-i nübüvvete işaret eder. Nebiler doğrudan vahye mazhar oldukları gibi, ehl-i velayet de vahyin gölgesinde ilhama mazhar olarak vahyin anlaşılmasını doğrudan ilâhi kaynaktan almaktadır.

Bediüzzaman bu üç hakikati bir misalle açıklar. Meselâ güneşin Allah’ın emri ile üç çeşit tecellisi vardır. Biri çiçeklere, diğeri aya ve gezegenlere, ikincisi ise şişe ve su gibi parlak şeylere verdiği tecellisidir.

Güneşin çiçeklere olan tecellisi üç şekildedir: Birincisi bütün çiçeklere olan umum3i ve külli tecellisi. İkincisi, her bir çiçek nev’ine göre hususi tecellisidir. Üçüncüsü ise, her bir çiçeğin şahsiyetine göre cüz’î tecellisi ve feyz vermesidir. Bu nevi tecelli çiçeklerin süslü renklerinin güneşteki yedi rengin çiçeklerde istihale ile in’ikasıdır. Bu cihette tüm çiçekler güneşin bir nevi aynaları hükmündedir.

İkincisi güneşin gezegenlere ve aya izn-i ilâhi ile verdiği nur ve feyzidir. Ay güneşten bu nuru külli bir surette alır sonra hususi bir surette o ışığı denizlere, havaya ve toprağa yansıtır ve verir.

Üçüncüsü güneşin emr-i ilâhi ile doğrudan havaya, denizlere ve parlak şeylere verdiği nuru ve ışığıdır. Her biri kabiliyetine göre doğrudan güneşten istifade eder. Güneş geniş bir şekilde bütün varlıklara ışığını verdiği gibi, denizin damlalarına ve suların kabarcıklarına da ışığını, cüz’î aksini ve birer küçük timsalini verir.

Güneş her bir çiçeğe, gezegenlere ve aya verdiği ışığın bir benzerini her bir damla suya ve her bir su sızıntısı olan reşhaya da onların kabiliyetine göre feyzini verir. Bu da üç şekildedir.

Birincisi doğrudan doğruya, perdesiz ve hicapsız şekilde verir. Şu nübüvvet yolunu temsil eder. İkincisi araya berzahlar ve vasıtalar girer. O vasıtalar kendi renklerini ve kabiliyetlerini o tecellide gösterir. Şu yol velayeti temsil eder.

Birinci yol olan nübüvvet yolunda her bir çiçek, katre ve reşha “Ben umum âlem güneşinin bir aynayısıyım” diyebilir. İkinci yolda bunu diyemez. “Ben kendi güneşimin aynasıyım” veya “nev’ime tecelli eden güneşin aynasıyım” diyebilir. Çünkü güneşi nev’i vasıtası ile tanıyor. Bütün âleme bakan güneşi göremiyor. Bütün kâinata ve bütün varlıklara olan tecellisini ve seyyareleri çevirmek ve tüm varlıkları tenvir etmek gibi hayretnümâ olan faaliyetini o dar çerçevede göremiyor. Ancak aklî kabulle ve imanî bir teslimiyetle verir. Bu da şuhûdî tarzda olamaz.

İnsanlar da üç nevidir.Birincisi, dünyayı unutmayan maddiyat ile meşgul olan, nefsi kesafet peyda eden insan Zühre gibidir. Nasıl çiçek güneşten kendi kabiliyetine göre bir renk alıyor. İnsan da istidadına göre Şems-i Ezelînin ziyasından kendi kabiliyetine göre esmasının tecellisini alır ve anlayabilir.

İkincisi, sebeplere dalmış ve felsefe ile aklını karıştırmış filozoflar ise kamere âşık olan katre gibidirler ki, ayın güneşten aldığı ışığını güneşi bilmediği ve tanımadığı için yalnız ayı görür, güneşi göremez. Ancak iman ile bilir ki aya ışığını veren güneştir.

Üçüncüsü: Her şeyi doğrudan Cenab-ı Haktan bilen ve sebepleri bir perde telakki eden fakir adam Reşha misaldir. Kendi zatında fakirdir hiçbir şeyi yoktur ki Zühre gibi ona güvensin. Hiçbir rengi yoktur ki onunla görünsün. Başka şeyi de tanımaz ki ona yönelsin. Halis bir saffetle güneşe teveccüh eder, doğrudan güneşin timsalini göz bebeğinde saklar.

Şimdi kendimize bakalım, bir Zât-ı Kerim ihsanıyla bizi gayet derecede tezyin, tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise ihsana perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek ister. Öyle ise her insan istidadına göre o muhabbet cazibesiyle sulûk eder. Yüce Allah’ın kurbiyetini kazanmaya çalışır. Bu kurbiyet de İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinde terakki ve tekâmül ile olabilir.